Savaş naraları, ay ışığının aydınlattığı vadiye serili henüz dumanı tüten bedenleri okşamaya koyulmuş derişik bir sis gibi kıvranıp dururken havada, sunduğu yaşama ihanetin ulağı olan kan damlalarını içer toprak ana. Ecelin soğuk elleri yansırken kızıla boyanmış demir zırhlardan ve birer birer dökülürken soy ağacından kopan sarı yapraklara yazılmış isimlerin heceleri, toprak koynuna alır adların sahiplerini. Onlar ki, geçmişin özenle bakıp büyüttüğü çocukları, geleceğin ise mezar taşlarıdırlar.
Oysa soy adını taşımakta olduğun bir ölünün yaşarken kullandığı yoldan gitmeye çalışmak, tıpkı onu var eden denize kavuşmak için akağını telaşla hırpalayarak boşanan bir nehir gibi, tıpkı ona gücünü veren ve yaşamla atmakta olan kalbe ulaşmak için damarı boyunca koşturan kan gibi, hayatta olduğunu derinden hissedebilmek uğraşından başka nedir ki? Özünü taşıyan köklerini derinlere salıp, dertli başını göğe uzatmış bir ağaçtan daha mı çoktur şansları; yakalamak için, geçen zamanı? Fırtına yıkarken ahşap kutularını, yıkanır geçmiş de gelecek de. Sadece bugün kalır. Ve sadece fırtına kazanır sonsuz yaşamı.
Gerçekliğin acı ninnisi uyutmaya çalışırken insanlığı, fantastik bir masalın dizeleri uyandırabilir sadece, farklılığı yaratacak olanları. Uyanmak isteyenlere...