(...) Başı yukarı doğru bakarak sağ tarafa kıvrılmış vücudu ve toplanmış dizleriyle yatakta yatıyordu. Yüzü bembeyaz kireç gibi, boğazı ise soluk ve şeffaftı; öyle ki ince damarlarını sayabilirdin. Ellerini karnının üstünde birleştirmişti. Göğüsleri hiç dikkat çekmiyordu, sanki on iki yaşında bir kız çocuğu gibiydi. Eğer bir insan eli onun kalbini arasaydı neredeyse hiç nabız bulamazdı. Yalnızca bir melek, gelecekte bu solgun ve soyut varlığa âşık olabilirdi.
İstikbalin denizine açılıyordu. Kanatların ve bulutların üstünde uçuyordu. Sanki nahoş bir tırtıldan çok güzel bir kelebek gibi doğuyordu. Böylece ruh, fani bedenden yükseliyordu. Geçici ve ölümlü olan aşk, kutsal ve semavi bir aşk olarak doğuyordu.
Ölüm ile yaşam arasında duruyor ve ebediyetin şafak öncesi vaktinden keyif duyuyordu. Gizemli bir şekilde geçmişiyle vedalaşıyor, kucak dolusu metanet ve vefa ile geleceğe sesleniyordu.
Attığı adımı görmeden yürüdüğü ışık dolu bir yol olduğunu anlıyordu. Kendisi ile birlikte yeni bir gün doğumunda yok olacak hayatının ufuk çizgisinde kaybolan bulutları ve fırtınaları da götürüyordu. Baş melekler, kalbine gizemli ve akla hayale gelmez sözcükler fısıldıyordu.
Sesi titreyerek baharda öten bülbüller gibi şafak şarkısını söylüyordu.
Bir an için bakışlarını arkaya çevirdi, hayatının farklı dönemleri, üzerine basılan çöller gibi, yürürken ayaklarının tökezlediği mezarlıklar olarak göründü. Sonunda topuklarının altında pürüzsüz ve çimlerle kaplı bir toprak buldu. Sanki sonsuzluğun kıyısından bir rüyanın içine girer gibi oldukça ruhani ve dumanlıydı.
Yolunda yürümesini zorlaştıran dikenler ellerini kesmişti ve şimdi yara bere, kanla dolu elleri Tanrı’ya uzanıyor, Tanrı onları gökyüzünde yanan buhurdanlık ateşinde dağılan tütsülerle her türlü kirden ve günahtan arındırıyordu.
Hiçbir zaman hecelemediği dahi, net, açık anlamlar yükseliyordu. Sanki öteki dünyanın ebediyet ağacından üzerine düşen masumiyet hediyelerini kabul ediyordu. Kollarını uzattı ve bir zamanlar hayal etmesi yetmeyen ideali kucakladı: Ölümsüzlüğü. (...)